İnsanların dünyasının hayvanların sırtına yüklenerek anlatıldığı öyküleri sevemedim bir türlü. Hani şu ‘fabl’ denilen türden söz ediyorum. Böylesi öyküleri son derece didaktik bulduğumdan, içerdikleri mesajlar düşünceme sokulmuş bir parmak gibi hayallerimi acıtmıştır. Fabl denilince de akıllara ilk gelen Lafonten oluyor elbette. İşte ben, Fransız şair Lafonten’in yazdıklarına ilkokul sıralarından beri ısınamadım gitti. Orhan Veli’nin Türkçemize kazandırdığı Lafonten’in fablları, hayvanlar hakkında yıllardır önyargılar oluşturmuştur ve ne yazıktır ki, bu yanılgılar günümüzde de devam etmektedir.
Sakın ola ki adamın arkasından konuştuğumu sanmayın. Paris’te, ünlü Perlaşez Mezarlığı’nda mezarını buldum ve hakkındaki düşüncelerimi Lafonten’in yüzüne karşı söyledim. Neymiş efendim, tilki dala tünemiş karganın ağzındaki peyniri kapmak için ona sesinin çok güzel olduğunu söylemiş ve bir şarkı söylemesi için adeta yalvarmış. Karga da buna kanmış ve ağzını açınca peynir yere düşmüş, kurnaz tilki aptal kargayı kandırmış. Pöh! Karga, tilkinin bir peynir parçası için yalancılığını yüzüne vurarak, “Böylesine hilekâr, bayağı duruma düşmenin nedeni şu peynir parçasıysa, al senin olsun,” demiş olamaz mı? O karga ki, zekâ olarak insanın hemen ardından gelen canlıdır. Maymunun yeri üçüncü sıradır.
Bir de ağustos böceği ve karınca hikâyesi vardır ki, sormayın gitsin… Bu hikâye, fabllardaki hatalar sıralamasında ilk sırada yer alır. Anımsamayan var mıdır bu hikâyeyi? Karınca bütün bir yaz çalışmış, güneş tepede ortalığı kavururken hiç durmadan yiyecek taşımış yuvasına… Ağustos böceği ise saz çalmış koca yaz… Hem de bir ağacın gölgesine uzanarak ve önünden geçip duran karıncadan akan tere hiç aldırmadan… Derken, kış gelip çatmış, doğa beyaz battaniyesini ayaktan omuzlarına kadar üstüne çekmiş. Karınca sıcak yuvasına oturmuş keyif sürmekteymiş. Mutfak dolapları, hatta tüm çekmeceleri, yatağının altı bile yazın topladığı yiyeceklerle doluymuş. Ocakta çay kaynarken, sobanın üstünde kestaneler kızarıyormuş. Ve birden, kapısı çalınmış karıncanın… Biraz meraklı, biraz da üşenerek kalkmış yerinden… “Hayırdır inşallah!” demiş içinden, “Bu kış gününde kim ola ki gelen?” Kapıyı açınca karşısında soğuktan donmakta olan ağustos böceğini görmüş. Zavallı ağustos böceği bir deri, bir kemik kalmış açlıktan… Titreyen sesiyle yalvarmış karıncaya: “Ne olur, bir dilim ekmek…” Karınca, “Hayır arkadaş, ekmek mekmek yok sana…” demekle kalmamış, bir de aşağılamış zavallıyı: “Madem bütün bir yaz saz çaldın, şimdi de oyna biraz…”
Bu ne yahu? “Gel, ne olursan ol yine gel,” diyen Mevlana’nın torunları bu öyküye layık mıdır? Kapıyı çalıp, ekmek, su isteyen kan davalın bile olsa, “Ocağına düştüm,” dediğinde isteğini yerine getirmenin gelenek olduğu bu topraklarda, zor durumda olanın yüzüne kapıyı kapatmanın çalışkanlıkla ne ilgisi olabilir? Üstelik, ağustos böceği bütün bir yaz saz çalmış… Yani, o bir müzisyen, sanatçı, konservatuvarda öğrenci… Çalışmayı övmenin karşılığı sanatçıyı yerin dibine sokmak mıdır? Oysa, bu saçma sapan masalın anlatıldığı okulların duvarlarına Atatürk’ün şu sözleri yazılmaktadır: “Efendiler, milletvekili hatta cumhurbaşkanı bile olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız…” Yani demiş ki, güzel Atam, milletvekili, cumhurbaşkanı olabilirsiniz ama ağustos böceği olamazsınız. Bir de masalı National Geographica açısından ele alalım: Bir ağustos böceği doğmadan önce toprağın altındaki bir lavrada ortalama olarak 12 yıl bekler. Evet, tam 12 yıl. 12 yıllık hapislikten sonra dünyaya gelen garibanın ömrü adında yazılıdır: Ağustos. Yani topu topu bir ay… Şarkı söyleyen yalnızca erkek ağustos böceğidir. Çünkü dişi, en güzel şarkıyı söyleyeni kendine eş seçecek ve çiftleşecektir. Düşünsenize, 12 yıl toprağın altında bekle, dışarı çık. Ömrün bir ay… Buldun, buldun… Bulamadın, bir daha yok. Siz olsanız çalışır mıydınız?
Sunay Akın
09 Şubat 2008 – Sabah Gazetesi